Yaşar Tunagür Hocaefendi

Onun yaptığı o coşkun konuşmalar, o güne kadar duyduğum en içten ve en samimi konuşmalardı. Hutbelerinde muhakkak sahabeden örnekler verirdi. Ben zaten sahabe aşığı idim. Bu da beni onu dinlemeye koşturan sebeplerden biriydi.

  • @YasarTunagur

  • Kategoriler

  • Güncelliğini yitirmiş bazı konular kaldırılmaktadır (Ücetsiz site olmasından dolayı kısıtlama yapılıyor) anlayışınız için çok teşekkürler
    Sitemizdeki linkleri veya Videoları açamayanlar Dns lerini 208.67.222.222 208.67.222.220 Yapsınlar

Archive for the ‘Prizma’ Category

BİR KADERÎ TECELLÎ KARŞISINDA TEESSÜRLERİMİZ – Prizma

Posted by tunagor 24/06/2013

Düşmanların saldırısından, dostların da gıpta ve hased damarlarını harekete geçirmekten her zaman uzak durmak, üzerinde hassas olunması gereken bir prensiptir.

Geçenlerde bir vesile ile, yaklaşık üç ayı bulan zaman dilimi içinde Türkiye gündeminin birinci maddesini teşkil eden malûm hadiseler (Susurluk ve devamı) hakkındaki değerlendirmelerimi arzetmiştim. Fakat o günden bu yana meydana gelen gelişmeler, beni bu konu ile ilgili birtakım düşüncelerimi daha arz etmeye âdetâ mecbur kıldı. Yine maddeler halinde ele alacak olursak;

1) Malum hadiseleri, birtakım güç kaynakları olabildiğine büyüttü ve hâlâ büyütmeye devam ediyorlar. Şahsen ben bunun altında şunların olabileceğini hissediyorum.

Batılı devletler, -ister istemez- Osmanlı’nın vârisi olan veya öyle görülen Türkiye’yi iktisadî, siyasî, idarî ve kültürel alanlarda uyguladıkları stratejilerle yıllarca kendi kontrolleri altında tutmayı başarmış ve hemen her sahada istedikleri gibi onu yönlendirmişlerdi. Fakat dünya coğrafyasında meydana gelen yeni gelişmeler, özellikle Rusya’nın başını çektiği komünist blokun çökmesi, dünya dengesinde zaten önemli bir konumu olan Türkiye’yi daha da önemli hale getirdi. Türkiye, kısmen de olsa bunun farkında olarak değişik açılım ve atılımlar içinde bulundu. Bu durum, herkesten çok Batılı devletleri ve âdetâ onların temsilcileri hüviyetinde iş yapan güç odaklarını rahatsız etti ve halen de etmektedir. Zira, şimdi Türkiye, şartların zorlamasıyla uranyum atomu gibi yerinde duramıyor ve vâkî dünya gerçekleri karşısında bizzat devlet eliyle veya sivil toplum örgütleri vasıtasıyla birtakım açılımlarda bulunuyor. Batılı devletler, bu gelişmeleri önlemek ve eskiden olduğu gibi Türkiye’yi yine abluka altına almak için, başta PKK olmak üzere, komşularımızla da bizi gaileden gaileye sürüklemeye çalışıyorlar. İşte tam bu ortamda meydana gelen malûm hadise ve peşi sıra sökün eden gelişmeler, iç ve dış güç odaklarının arayıp da bulamadığı bir fırsat oldu. Onun için -olayları örtbas etmek isteyen marjinal bir kesim hariç- Çankaya’nın, hükümetin, muhalefetin, ordunun, emniyetin ve halkın bir an önce olayların sonuçlanmasını istemesine rağmen, onların bunu, bahsini ettiğim gerekçeye binaen kasıtlı olarak büyüttüğü kanaatindeyim.

2) Hadiselere adı karışan insanların isminin geçtiği listede, benim de adımın zikredilmesine gelince;

Liderler zirvesinde görüşülen raporda birçok insanın isminin geçtiği günlerce yazıldı ve söylendi. Bu yazılıp söylenenler, ilgili ve yetkili merciler tarafından hiçbir tekzip almadı. Daha sonra ne olduysa oldu; bir el bu listeye adımı da ilave etti. Bunu kim, hangi maksatla yapmışsa mutlaka açıklığa kavuşmalı ve bu haberin kaynağı bulunmalıdır.

Olayı bana ilk haber verdiklerinde, ben meseleyi ölüm listesinde yer aldığım şeklinde anlamış ve hiç umursamamıştım. Hatta, haberi bana ulaştıran ve beni benden daha çok düşündüğüne inandığım arkadaşın heyecan içinde olmasını farklı bir şekilde yorumlamıştım. Ben, dünyadan daha çok ukbâ beklentisi içinde bulunan bir insanım. Bu açıdan ölüm, bana bahşedilmiş en büyük ihsan ve lütuftur. Bir su-i kasd neticesi öldürülme ise, onu da telkin ede ede nefsime kabullendirmiş durumdayım. Onun için ne ölümden, ne de öldürülmekten korkmuyorum. Seve seve, güle güle onu karşılamaya hazırım.

Fakat, neden sonra işin gerçek mahiyetini öğrenince, işte o zaman sabahlara kadar uyuyamadım. Bunu yapanları Rabbime şikâyet etmemek için dişimi sıktım, dilimi ısırdım, sürekli la havle’ çektim. ‘Kadere teslim olmuşum; onun her hükmüne razıyım; beni alâkadar eden bir şey yok, sen bilirsin Allah’ım!’ dedim. Ve öyle sarsıldım ki, tabir caizse ot gibi oldum, bütün duygularım dumura uğradı. Neden? Çünkü benim şerefim, onurum, haysiyetim artık bu hizmet ile bütünleşmiştir. Bundan böyle bana râci olan her şey, bu hizmet ve hizmet etrafında kümelenen insanlara râcidir.

Pekâlâ, böyle bir iftiraya neden tevessül edilmiş olabilir? Dost-düşman artık bütün dünya biliyor ki, bu hizmet etrafında kenetlenmiş insanlar dünyanın dört bir yanına dağılmış müesseseleri ile misyonlarını hemen herkesin takdirini kazanacak biçimde yerine getirmektedirler. Devlet, millet, ülke menfaati ve bütünlüğü çerçevesinde yerine getirilen bu hizmet uzun vadede, inşaallah bugünkünden çok daha parlak bir konuma oturacaktır. İşte, ister şimdiki mevcud durum, isterse bu hizmetin gelecek adına vaad ettiklerini önlemek adına karanlık gayelerle harekete geçen bazı kişi, kurum, kuruluş veya güç odakları, bu gelişimin önünü alabilmek maksadıyla böyle çirkin bir iftiraya tevessül etmiş olabilirler diye düşünüyorum. Fakat bu millet, böyle bir şeye kat’iyen inanmayacaktır, nitekim inanmamıştır da. Onlar, kendi hesaplarına belki hedefi çok iyi tesbit etmiş, zamanlamayı güzel yapmış ve hamlelerini gerçekleştirmişlerdir ama, netice umdukları gibi olmamıştır.

Şahsen ben bu noktada, milletine ve ülkesine hizmeti hayatına hedef yapmış bir kadronun her ferdine bundan böyle bu türlü komploların yapılabileceği endişesini taşıyorum. Özellikle küçük ve büyük çapta hizmet eden insanların, bu yüzden kendilerine çok dikkat etmeleri ve böylesi komplolara sebebiyet vermeme hususunda azamî gayret ve dikkat içinde bulunmaları gerektiğine inanıyorum. Avcının insafı yok. İmanı ise hiç yok. Uyuşturucudan tutun da kadına varıncaya kadar birçok vasıtayı, bu hizmet erlerini karalamak, itibar kaybına uğratmak ve böylece ademe mahkûm etmek yolunda kullanabilir ve menfur maksatlarına ulaşmak için her türlü kötülüğü yapabilirler. O yüzden, ‘aman dikkat!’ diyorum.

Bu arada şunu da özellikle belirtmek isterim: Düşmanların saldırısından, dostların da gıpta ve hased damarlarını harekete geçirmekten her zaman uzak durmak, üzerinde hassas olunması gereken bir prensiptir. Bu sebeple, iyi bir mü’min, içte ve Rabbi ile münasebetinde olabildiğine derin, fakat dış görünüşü itibarıyla mukassî olmalıdır. Aksi hâl, nifak alâmetidir. Bu tür prensipleri, hayatî esasları pratiğe geçirmek zor olabilir. Hizmet, Allah’ın lütfu ve inayetiyle tasavvur ve tahayyül edilenin çok ötesinde cereyan ediyor. Düşünceler aksiyon içinde şekilleniyor ve her şey tabiatıyla açıkta cereyan ediyor. Gizlenecek bir şey yok. Ne var ki; bütün bu olup bitenler, düşmanca tavır içinde bulunan kişi, kurum, kuruluş ve güç odaklarının hasmane düşüncelerini harekete geçiriyor.

Fakat, ya dostlara ne demeli? Haberi tahkik etmeden, etme lüzumunu duymadan, sanki bir açık bekleniyormuş da bulunmuş gibi, hangi üslupla olursa olsun, hiç kimsenin yapmadığı bir şekilde bunu manşetlere, spotlara taşıyan dostlara ne demeli? Bu davranışları ile, duygu ve düşünce açısından kendilerine hiç yakıştıramadığım münafıkça bir yaklaşım tarzı sergileyen bu arkadaşlara diyecek bir şey bulamıyorum..! Kur’ân, Hucûrat sûresinin 6. âyetinde haberin tahkikini emrederken, bir telefon açma zahmetine dahi katlanmadan, bunu yayınlayan ve hasedleri imanlarının önüne geçmiş bu dostlara inanın bir şey diyemiyorum..!

3) Kur’ân, ‘Bakarsınız, hayır zannettiğiniz şeyler hakkınızda şer, şer zannettiğiniz şeyler de hayır olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz’ (Bakara, 2/216) buyuruyor. Bu âyet zaviyesinden bu son olay, zahirî yüzü itibarıyla gerçekten şer ama, neticesi itibarıyla hakikî dost olanla olmayanı, tefrik etmemize vesile olması sebebiyle hayırdır. Hadiseyi ilk duyduğumuz andan bu yana, sizin tasavvur edemeyeceğiniz boyutlarda üzüldüm ve âdetâ şok üstüne şok yaşadım. Bugüne kadar hep iffetli kalmaya azamî dikkat göstermiş, hele maddî konularda hizmetin parasını kendi parasına değdirmeyecek kadar hassas, ölüp gittiğimde cüzdanımda kefen parası dahi bulamasınlar düşüncesine kilitli, kardeşlerim için dedikodu olmasın düşüncesiyle, kût-u lâ yemut’la, yani ölmeyecek kadar geçimlerine yetecek bir parayla yaşasınlar diye dua dua Rabbine yalvaran bir insan olarak hem şahsım, hem de hizmet adına tarif edilmez boyutlarda sancı duydum. Fakat yukarıda ifade ettiğim gibi, en azından gerçek dost olanla, olmayanı tefrik etmeye vesile olduğu için, bu hadiseye yüzde yüz hayır nazarıyla bakıyorum.

4) Bu hadise münasebetiyle şükranla ifade edeceğim bir başka gelişme de, şimdiye kadar ancak birkaç defa görüşme imkân ve fırsatını bulabildiğim bazı siyasî parti liderlerinin TV ekranlarına çıkarak hakkımda müsbet kanaatlerini izhar etmeleri oldu. Ömrüm boyunca unutmayacağım bu mertçe, erkekçe davranışları yüzünden onlara karşı medyun-u şükranım. Fakat ben, onlardan gördüğüm bu civanmertliği, daha başkalarından da beklerdim. Bu çizgide sözü uzatmam ve birtakım mukayeselere girmem gönül incitebilir.

5) Kim ne derse desin ve ne yaparsa yapsın, Allah’ın tevfik ve inayetiyle, din ve ülkemiz adına hayatlarını ortaya koymuş eroğlu erlerin temsil ettiği bu hizmetler, misyonunu hakkıyla yerine getirecektir. Ve gelecekte daha başka hizmet çizgilerinin hemen hepsi, bu hizmetle uyum ve imtizacları nisbetinde onlarla bir ve beraber olacak, bu temiz su kaynağına kovasını salarak, kabiliyeti ölçüsünde istifade edecektir. Aklı başında, sosyolojik gerçeklere vâkıf, mânâ ufku açık, hemen her insan bunu tahmin edebilir. Yalnız bu muhtemel gelişmelerin vukuat yerine konularak şimdiden düşmanca tavırlar takınılması ve birtakım komplolar üretilmesi ve uygulanması doğru değildir. Rızası istikâmetinde davranıldığı müddetçe, Rabbimin bizleri her türlü fitne, fesad ve şerden koruyacağına iman ve itminanım tamdır. Yalnız herkes dua etsin. Allah bizleri eşrarın şerrinden, füccarın keydinden, küffarın mekrinden, hussadın hasedinden muhafaza buyursun. Bu ülkede bir zamanlar Bediüzzaman gibi bir dâhi ve aksiyon insanı muasırları tarafından anlaşılamamıştı… anlaşılamamıştı da, sokaktaki sarhoşların dahi reddettiği ‘bakkaldan rakı alıyor’ iftirasını ona yapmışlardı. Fakat tutmadı. Halkımız bu iftiralara kulak asmadı. İtibar kaybettirmek için yapılan şeyler, aksine onun itibarını artırdı. Bu son olayın da, İslâm adına aynı neticeleri doğurmasını Allah’tan niyaz ederim.

Bitirirken, bu iftira münasebetiyle, Hz. Âişe Validemize yapılan zina iftirası olayının sık sık aklıma geldiğini itiraf edeyim. Malûm o hadise, Hz. Âişe’nin gözyaşı pınarlarını kurutmuş, o mübarek anamızı bildiği şeyleri dahi hatırlayamayacak bir hale sokmuştu. Zira bir taraftan kendi iffeti, diğer taraftan babasının itibarı, annesinin şeref ve haysiyeti, mensup olduğu kabilesinin durumu ve hepsinden öte Hz. Muhammed’in (sav) namusu söz konusuydu. Dolayısıyla, o iftirayı şahsî bir olay olarak değerlendirmek doğru değildir. Onun için Hz. Âişe Validemiz, berâtı semadan Hz. Cebrail’in getirdiği vahiy ile tescil edilene kadar ağladı durdu. Bu arada cereyan eden gelişmelerde belki Allah Resûlü de dâhil, birçoklarına karşı içinde bir burukluk hissetti. Çünkü Efendimiz (sav) ona: ‘Böyle bir şey yaptınsa istiğfar et, Allah Gafur ve Rahîm’dir’ demişti. O da berât fermanı geldiğinde, anne ve babasının ‘Kızım kalk, Resulullah’a teşekkür et’ teklifine: ‘Hayır, ben Allah’a teşekkür ederim’ cevabını vermişti. Hâlbuki o Hz. Âişe idi, karşısındaki de yeryüzünde vahyin temsilcisi. Demek ki o seviyedeki insanlar arasında bile bu türlü rencide olmalar olabiliyor.

Bununla mevhum liste olayı arasında ne türlü bir irtibat kurarsanız, onu da sizin irfan, iz’an ve idrakinize havale ediyorum.

Posted in Prizma | Etiketler: , , | Leave a Comment »

PRİZMA “Miraç’tan döndüğünde Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) yatağının daha soğumamış olması konusu nasıl anlaşılmalıdır?”

Posted by tunagor 05/06/2013

Miraç’tan döndüğünde Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) yatağının daha soğumamış olması konusu nasıl anlaşılmalıdır?

Her şeyden önce, Allah Resûlü’nün (s.a.s) miraçtan döndüğünde yatağının soğumadığını bildiren rivayetler çok mevsuk değillerdir. Bazı rivayetlerde bu haberi veren kişinin Hz. Âişe (r.a) validemiz olduğu bildirilmektedir ki, kaynaklarda miraç hâdisesinin, hicretten üç veya beş sene evvel vukû bulduğu rivayet edildiğine göre Âişe validemizin bu teferruatı bizzat bilmesi mümkün değildir; zira, Hz. Âişe validemiz hicretten bir sene sonra, yani kendi ifadesiyle yedi—sekiz, İmam Şiblî’nin zorlamalı yorumları esas alındığında da onbeş yaşlarında evlenmiştir. Dolayısıyla da o, Mirac-ı Nebevî esnâsında babasının evinde, henüz küçük bir çocuktur.

Ne var ki Hz. Âişe validemiz bu hâdiseyi, Allah Resûlü’nün (s.a.s) bir başka yaşlı hanımından, meselâ Hz. Hatice Validemizden dinlemiş ve ondan nakletmiş de olabilir. Ancak miraç hâdisesi, Hz. Hatice ve Ebû Talib’in vefatını müteakip vukû bulduğundan bu yaklaşım da sıhhatli görünmemektedir. Başka bir rivayete göre de Nebiler Serveri (s.a.s), Hz. Ali’nin ablası Ümmühâni validemizin evinde iken miraçla şereflendirilmiştir. Hz. Ümmühâni, Efendimiz’in amcasının kızı olması itibarıyla nikah düştüğünden, o günün yüksek terbiye anlayışıyla, Hz. Ümmühâni’nin, Efendimiz’in (s.a.s) yatağına elini sürüp sıcaklığını bildirmesini de ben inandırıcı bulamıyorum.

Yukarıdaki yaklaşımların keyfiyeti mahfuz, miraçtan döndüğünde Allah Resûlü’nün (s.a.s) yatağının soğumamış olduğu haberinin, gerçek kabul edilmesinde de bir beis yoktur. Esasen Efendimiz (s.a.s), mübarek cismi ile miraç yapmıştır. Ancak biz, Kur’ân-ı Kerim’in yaptığı gibi sadece meseleye temas edip üzerinde fazla durmadan geçeceğiz. Kur’ân’ı Kerim, mevzuyla alâkalı şöyle buyurur:

سُبْحَانَ الَّذِي اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” (İsrâ, 17/1)

Evvelâ şunu belirtelim ki, Kur’ân-ı Kerim’de geçen her tesbih sözü, esbâp yolu ile şirke girmeye karşı bir tavrın ifâdesidir. Burada da sûre, tesbih lâfızlarıyla başlamakta ve ilk plânda açık—kapalı şirke karşı bir tavır belirlenerek sebeplerin birer perde olduğu vurgulanmaktadır. Evet, Efendimiz’in (s.a.s) miracı, hatta Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya seyahatı (isrâ) dahi tamamen sebepler üstüdür. Dolayısıyla onun hızı, hayalin, ışığın ve ruhun süratiyle kıyas edilmeyecek ölçüdedir.. evet o hızın keyfiyeti, ancak Allah’ın bilebileceği bir husustur. Dolayısıyla o gece Allah Resûlü (s.a.s),

“Sebepleri esvâb gibi sırtından attı Müsebbibü’l-esbâbla miraç yaptı.”

mısralarıyla ifade edildiği gibi tamamen sebepler üstü bir yolculuk yapmıştır. Ayrıca Cenâb-ı Hak, İsra sûresine ‘Sübhânellezî’ beyanıyla başlamak suretiyle kullarına bir tembihte de bulunmakta ve âdeta “Her şeyden önce şirki kafanızdan atın ve iyi bilin ki, bunu şu âlemlerin nizam ve intizamını her an elinde tutan Allah (c.c), sebepleri, tabiatı ve eşyayı aşan bir güçle gerçekleştirmiştir.” demektedir.

İkinci husus, Allah Resûlü (s.a.s), böylesine gökler ötesi, aşkın bir yolculuğa çıktığında, O’nun bütün iç buud ve derinlikleri harekete geçirilmiş ve O’na zaman ve mekân üstü bir yolculuk yaptırılmıştır. Kâdı İyaz, Efendimiz’in mekânsızlıkla alâkalı hayretlerinden bir tanesini ifade ederken, O’nun “Ayağımı nereye koyayım?” sorusuna, “Bir ayağını diğer ayağının üzerine koy.” denildiğini nakleder ki, bu da Kur’ân-ı Kerim’deki “Kâbe kavseyni ev ednâ” (Necm, 53/9) hakikatiyle alâkalı tevcihlerden biri sayılan imkânla vücup arası mertebe demektir. Bunun mânâsı şudur: Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.s) ilâh olması mümkün değildir. Zira O, Allah’ın yüce bir kulu ve şerefli bir peygamberi olmakla beraber netice itibarıyla yiyen, içen, uyuyan, yürüyen bir insandır. Ne var ki bu Ufuk İnsan, Bûsayrî’nin de ifadeleriyle “Bir beşerdir, ama herhangi bir beşer gibi değildir; O, taşlar arasında tıpkı yakut gibidir.”

Evet, sıradan bir insan olmayıp, insanlık değerlerini aşan Efendimiz (s.a.s), şayet yüz binlerce buudu ile açılmışsa, yani beyninin bütün fakülteleri ile her yere ulaşıp her konuşmayı bir anda dinleyebilecek bir mertebeye ulaşmış ya da nûrâniyetiyle bin makamda birden bulunmuşsa, O’nun miraca çıkıp geriye dönmesi için bir lâhza bile yetecektir. İşte bu açıdan bakıldığında O’nun miraçtan dönüp yatağını sıcak bulması da gayet normaldir.

BENZER KONULAR:

Miraç Kandili

Miraç Kandili’nde nasıl dua edilir?

Hocaefendi: Ümmetin miracı nasıl olur? (Kalbin Solukları)

Miraç Kandili gecesinde nasıl ibadet edilmeli?

322. Nağme: Miraç, Hüzün Anahtarı ve Mübarek Gecede Dua

Miraç Kandili nedir? Miraç Kandili’nde ne oldu?

PRİZMA – Efendimiz’in (sav) miracını Kâbe’ye bakan yönüyle izah eder misiniz?

PRİZMA “Miraç, harikalar kuşağında, böyle peygamberâne bir seyahatin unvanıdır”

PRİZMA “Mü’min bu ufku, iyi konsantre olursa her zaman hayalinde, ruhunda ve zihninde yakalayabilir ve hakikî miracın gölgesinde izafî miracı yaşayabilir.”

Miraç’ta, Efendimiz’in gözünü, hiçbir şey değil, arzın merkezinden semaların üstüne kadar yükselen ve Sidretü’l-Müntehâ ile noktalanan bu amûd-i nûranî kamaştırmıştı.

İSRÂ VE MİRAÇ

Posted in Gün ve Geceler, Prizma | Etiketler: , , | Leave a Comment »

Miraç’ta, Efendimiz’in gözünü, hiçbir şey değil, arzın merkezinden semaların üstüne kadar yükselen ve Sidretü’l-Müntehâ ile noktalanan bu amûd-i nûranî kamaştırmıştı.

Posted by tunagor 05/06/2013

KÂBE HAKİKATİ

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: ‘Allah, Kâbe’yi, o saygıya lâyık evi, haram ayı, hac kurbanını ve (kurbanın boynuna asılan) gerdanlıkları insanların (maddî ve mânevî yönlerden) belini doğrultmaya sebep kıldı..’ (Mâide, 5/97) buyuruyor. Kâbe, bütün insanlara kıyam olma özelliğini nereden alıyor?

Kur’ân-ı Kerim’de mastarlar, bazen sıfat gibi anlatılır. Meselâ; Âdil’ değil de, ‘Adl’ denir. Yani o kadar âdil ki, sanki adaletin ta kendisi. Yukarıdaki âyet-i kerimede de Kâbe ve diğer esaslar için ‘kıyam’ tabiri kullanılmıştır ki, bu kelime burada bir hususiyet arz eder. ‘Kıyâm’ kelimesi, ‘kâme’den mastardır ve ayakta durmak veya bir şeyi ayakta tutmak demektir. Buna göre Kâbe, küre-i arzı ayakta tutan bir ‘amûd-i nûranî’ ve onu bir peyk gibi güneş etrafında çeviren mânâ ve ruh gücü demek olur. Zira yeryüzünde henüz Hz. Âdem yokken o vardı. İbn-i Kesir’in, el-Bidâye ve’n-Nihâye adlı eserinde naklettiğine göre, melekler bir defasında Hz. Âdem’le muhavere ederken, ‘Sen henüz yaratılmadan biz burada çok tavaf ettik.’ demişlerdi…

Evet, Kâbe hakikati, sadece etrafı taş duvarlarla çevrili mekân değildir; o, aynı zamanda yerle göğü birbiriyle irtibatlandıran nurlu bir bağdır. Miraç’ta, Efendimiz’in gözünü, hiçbir şey değil, arzın merkezinden semaların üstüne kadar yükselen ve Sidretü’l-Müntehâ ile noktalanan bu amûd-i nûranî kamaştırmıştı. O, bu iltisak noktasında bütün güzellikleri farklı bir televvün içinde görmüş ve âdeta bir yeşillikler banyosu yapmıştı. Zaten, her zaman melekler, bu renkler cümbüşünü durmadan tavaf eder dururlar da, bir kere dönene bir daha sıra gelmez. İşte bu mânâda Kâbe, tâ arzın merkezine kadar, yeryüzünde Sidretü’l-Müntehâ’nın bir izdüşümüdür. Bu yönüyle mânâ âleminde Sidretü’l-Müntehâ ne ise, yeryüzünde veya madde âleminde de Kâbe odur ve âdeta o, varlığın temel taşı gibidir. Eğer âlemler yeniden bir kere daha terekküp ve teşekkül edecekse, bu mübarek ‘buk’a’ (mekân) zerrât-ı asliye mesabesinde varlığın yeniden teşekkül ve tekevvünü için nüve olacak ve her şey onun üzerine örgülenecektir.

Ayrıca, evrensel bir dinin evrensel mesajları, ilk defa orada nâzil olmaya başlamıştır. Efendimiz (sav), bir vesileyle, ‘Ne diye kıskanıyorsunuz, Âişe’nin evinde bana vahiy geliyor?’ buyurur. Demek ki vahiy sağanağı da bazı yerleri daha fazla tutuyor. Öyle ise, Kâbe’nin de ayrı bir hususiyeti var demektir ki, bu da ‘göklerin ve hatta gökler ötesinin yerle irtibatı O’nunla sağlanıyor’ şeklinde anlaşılabilir. Cenâb-ı Hak, insanlık cemaatine, peygamberlikle insanın peygamberliği temsil keyfiyetine bakarken sanki, Sidretü’l-Müntehâ-semalar-Kâbe (avamca ifadesiyle bu gez-göz-arpacık) zâviyesinden bakar. Bu açıdan denebilir ki, nasıl Kur’ân bir mânâda yeryüzünün kıyamı veya kayyimidir; her şey zahiren onunla ayakta durmaktadır; öyle de, şayet yeryüzünde her şey ayakta ise, bu Kâbe’den dolayıdır. Belki bu yüzden Efendimiz (sav), Kâbe’nin yıkılmasını kıyametin en önemli alâmetlerinden biri olarak görmektedir. Çünkü Kâbe’nin yıkılması, yeryüzünde dinin, imanın kalmadığı anlamına gelmektedir ki ondan sonra küre-i arzın ayakta kalmasının da bir mânâsı yoktur.

Yine bu açıdan, Kâbe’nin yeri ve şekli de çok önemlidir. Onun bu öneminden dolayıdır ki, bugüne kadar Kâbe üzerinde en küçük değişikliğe izin verilmemiştir. Meselâ Efendimiz döneminde Kâbe’den olduğu söylenen fakat imkân olmadığı için onun sınırları içine alınmayan Hatîm, Abdullah İbn Zübeyr döneminde Kâbe içine alınınca, ‘herkes kendine göre bir şekil verirse, Kâbe hiç durmadan şekil değiştirir’ gerekçesiyle Emevi döneminde tekrar yıkılarak eski haline irca edilmiştir.

Diğer taraftan Kâbe, yeryüzünde gerçek cemaat mânâsına esas teşkil eden çok mübarek bir mekândır. Müslümanlıkta her insan, ferdî Müslümanlığı ile kendi dinini yaşar ve belli ölçüde Allah’ın rızasını kazanabilir. Ancak ferdî olarak elde edilebilecek bütün kazançlar hep kayıt ve şartla ifade edilir. Yani bir mü’min, ferdî olarak Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına mazhar olabilir ve cennete girebilir. Fakat kâmil mânâda Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına mazhariyet, ancak cemaatle mümkün olabilmektedir. يَدُ اللهِ فَوْقَ اَيْدِيهِمْ ‘Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.’; (Fetih, 48/10) ‘Allah’ın eli cemaatle birliktedir.’ sözleri, ilâhî inayetin, hıfzın, kelâetin cemaatle birlikte olduğunu ifade eden çok önemli iki esastır. Dünyanın dört bir yanından bütün insanlar, Kâbe’ye doğru yönelirken, hep birlikte aynı noktaya yönelmiş olmanın kazandırdığı bir cemaatleşme şuurunu yaşarlar. Bu ise, çok önemlidir; Üstad bir yerde, şüphe ve tereddütlere karşı o yöne yönelmenin insanda nasıl bir duygu hâsıl ettiğini ifade sadedinde: ‘Nasıl ben şu anda Kâbe’ye yöneliyorum; benimle birlikte dünyanın dört bir yanından o ebedî mihraba yönelen milyonlarca insan var ve bunların içinde yüzlerce veli, asfiyâ, ebrar da var.’ der ve bu düşüncelerin insandaki bir kısım vehimleri izale edeceğini söyler. Bunu, hakka’l-yakîn olarak bizzat yaşadığımı söyleyebilirim; şöyle ki, bir kısım vesveselerin dimağıma hücum ettiği bir anda, kendi kendime: ‘Senin bulunduğun şu saf, Kâbe’nin etrafında bir halka teşkil ediyor. Onun arkasında ayrı bir halka, onun arkasında ayrı bir halka.. ve bu halkalar küre-i arzın son noktasına kadar devam ediyor. Kim bilir bu safların arasında ilâhî esrara açık nice insanlar var ki sen onların eline su bile dökemezsin.’ dedim ve üzerimdeki bütün o vehimlerden sıyrıldım. Evet, esas bu yönüyle de Kâbe, âdeta mânevî iplerle insanları birbirine bağlayan bir kuvvettir ve Cenâb-ı Hak onu insanlar için bir kıyam noktası kılmıştır denebilir.

Burada arz etmeyi düşündüğüm diğer bir nokta, esas şer’î tarifi içinde Kâbe’nin, bir kısım menâsikin (ibadetlerin) yerine getirilmesi için, şeâire esas teşkil etsin diye vaz’edilmiş bir yer olduğu hususudur. Hac menâsikinin, -imamlar arasında ihtilaflı olsa da- üç esası vardır; bunlardan biri de Kâbe’yi tavaftır. Bu açıdan hem Müzdelife’de durmak, hem Mina’da şeytan taşlamak, hem de Arafat’ta bulunmak sanki Kâbe’nin etrafında bir dantela gibi örülmüş tâlî nakışlar gibidirler. Biz, âdeta her şeyi o amûd-i nûranîye iliştirerek, kulluğumuzu bir dantela gibi örgüleriz. Bu açıdan da hac farîzası, Kâbe etrafında örgülenen bir ibadet nakşı gibidir.

Bilindiği gibi hac ibadeti, Müslümanlar arasında yapılan yıllık bir kongre ve bir kurultay niteliğini taşır. Bu kongrede, eda edilmesi gerekli ibadetlerin yanında, gözetilmesi gerekli olan meseleler gözetilemediğinden, yeryüzünde tam bir İslâmî heyetin oluştuğu söylenemez; söylenemez çünkü hac farîzası için dünyanın değişik yerlerinden gelen insanlar, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da bir araya gelip vazifelerini yaptıkları gibi, âlem-i İslâm’ın kaderini düşünerek evrensel bir kongre akdediyor şuurunda bulunsalar bu kıyamın çok önemli esaslarından birini daha yerine getirmiş olacaklar. Bir yerde Üstad’ın da ifade ettiği gibi, namazın, orucun, zekatın belli bir dönemde aksatılmasından dolayı, beş-altı yıl cephelerde açlığın, susuzluğun, yoksulluğun sefaletini yaşamanın yanında, birliğimizin çok önemli bir vesilesi sayılan haccı gerektiği gibi değerlendiremediğimizden dolayı da, dağınıklığa düşmüş ve devletler arası muvazenede bulunmamız gerekli olan konumda bulunamamışızdır. Oysa Cenâb-ı Hak, bu kudsî mekânı âdeta bütün insanlığın kıyamı için çok önemli bir esas olarak vaz’etmiştir. İmam Rabbânî’ye mensup önemli bir kutbun bu mevzudaki hususî bir tespiti vardır. Şöyle ki o zat, Kâbe’yi tavaf ederken, dünyada olan isyanlardan ötürü Kâbe’nin temessül edip yükseldiğini görür. O, kendi kendine: ‘Bu insanlar artık Allah’a lâyıkı ile kulluk yapmıyorlar; bu yüzden ben de mebdeime yükseliyorum.’ der ve yükselmeye durur. Bu büyük zat, Kâbe’nin eteklerine yapışır ve etme eyleme diye ağlamaya başlar.. derken ilâhî atâ, kazâ’nın önüne geçer ve her şey olduğu gibi kalır. Evet, Kâbe tavafla, yani kendi hilkati ile alâkalı mânâyı bulamayınca, كُلُّ شَيْءٍ يَرْجِعُ إِلَى أَصْلِهِ’Her şey aslına döner’ fehvâsınca, kendi aslına avdet edecektir. Bu yüzden de eğer âlem-i İslâm için bir kıyam söz konusu ise, evvela Kâbe’nin kendi değer ve kendi kriterleri ile yeniden duyulmasına, hissedilmesine ve değerlendirilmesine ihtiyaç vardır.

Hâsılı; İslâm evrensel ve âlemşümul bir dindir. Herkes daha doğarken mahiyeti ile İslâm’a yönelmeye, O’nu anlayıp yaşamaya ve temsil etmeye müsait olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla bu davet, herkese açık bir davettir. Bu yüzden Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’e:

وَاَذِّنْ فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَاْتُوكَ رِجَالاً وَعَلَى كُلِّ ضَامِرٍ يَاْتِينَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ ‘İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde sana (Kâbe’ye) gelsinler.’ (Hac, 22/27) buyurmaktadır. Görüldüğü gibi bu davet, İslâm’ın âlemşümul derinliğine uygun olarak, sadece inananlara değil, ‘nâs’ tabiriyle bütün insanlığa yapılmıştır. Şayet insanlar şartlanmışlıktan başlarını kaldırıp bu rehbere kulak verselerdi, bu sesi duyacak ve dünyanın dört bir yanından koşarak oraya geleceklerdi. Buna siz vicdandaki ‘nokta-i istinad’ ve ‘nokta-i istimdad’ nazarı ile bakıp, meseleyi Bergson’un sezgisi şeklinde anlayabilirsiniz. Çünkü vicdan yalan söylemez. Ya da acz ve zaafınızın dili ile bir Kudreti Sonsuz’a ihtiyacınız açısından bunu duyabilirsiniz. Siz, böyle bir ihtiyaç tezkeresi ile müracaata hazırlandığınızda, kulaklarınızda birdenbire bu sesin tınladığını duyacaksınız. Milyonlarca insanın bu davete icabet etmesinde bu sesin tesirinin çok büyük olduğu kanaatindeyim. Kâbe’nin bütün insanlığın kıyamı olma özelliğini de işte burada aramak gerekir.

BENZER KONULAR:

Miraç Kandili

Miraç Kandili’nde nasıl dua edilir?

Hocaefendi: Ümmetin miracı nasıl olur? (Kalbin Solukları)

Miraç Kandili gecesinde nasıl ibadet edilmeli?

322. Nağme: Miraç, Hüzün Anahtarı ve Mübarek Gecede Dua

Miraç Kandili nedir? Miraç Kandili’nde ne oldu?

PRİZMA – Efendimiz’in (sav) miracını Kâbe’ye bakan yönüyle izah eder misiniz?

PRİZMA “Miraç, harikalar kuşağında, böyle peygamberâne bir seyahatin unvanıdır”

PRİZMA “Mü’min bu ufku, iyi konsantre olursa her zaman hayalinde, ruhunda ve zihninde yakalayabilir ve hakikî miracın gölgesinde izafî miracı yaşayabilir.”

Posted in Gün ve Geceler, Prizma | Etiketler: , | Leave a Comment »

PRİZMA “Mü’min bu ufku, iyi konsantre olursa her zaman hayalinde, ruhunda ve zihninde yakalayabilir ve hakikî miracın gölgesinde izafî miracı yaşayabilir.”

Posted by tunagor 05/06/2013

Namazda tesbih, tekbir, tahmid, sübhaneke, Fatiha, Ta­hiy­yat gibi hususî sûre ve terkiplerin mânâları üzerindeki tefekkür tarzımız nasıl olmalıdır?

Tekbir (Allahu Ekber), tesbih (Sübhanallah), tahmid (El­ham­dü­lillah), Fatiha ve Tahiyyat gibi hususî cümleler, namazın çekirdeği mahiyetindedir. Aynı zamanda bu ifadeler, kulluğun da esasatıdır.. ve bunlar, mü’minin tefekkür dünyası için de çok önemli unsurlardır. Diğer bir ifadeyle mezkur ifadeler, mü’mi­nin tefekkürle dolduktan sonra boşalmasını dillendiren çok mühim cümlelerdir. Ayrıca bu ifadelerden her biri, mü’minin kâinattaki hakikatler karşısındaki hayranlığını seslendirirler.

Şimdi isterseniz icmalî (özet) olarak yaptığımız bu değerlendirmeleri biraz daha açalım:

“Namaz, mü’minin miracıdır.” buyrulmuştur. Efendimiz, cismiyle ve ruhuyla semalara çıkmış, mertebeler üstü zirvelere ulaşmış, görmesi gerekli olan şeyleri –Allah’ın lütfuyla– görmüş ve daha sonra da geriye dönüp gelmiştir. Mü’min bu ufku, iyi konsantre olursa her zaman hayalinde, ruhunda ve zihninde yakalayabilir ve hakikî miracın gölgesinde izafî miracı yaşayabilir.

Hakikat-i namaza muvaffak olamamış biri olarak bunu aynıyla size intikal ettirmek benim için çok zordur. Ancak, dayanağım, yaşayanlar; onların hissedip hissettirdikleri çerçevede bir şeyler söylenebileceğini düşünüyorum:

İnsan, bahsini ettiğimiz bu fikrî ve ruhî miracını yaparken tekvînî (kâinata ait) ve enfüsî (insanın iç dünyasıyla alâkalı) âyâtı müşâhede eder. Kur’ân’ın âyetleriyle bunlar arasında münasebetler bulur. Yerde bulunduğu aynı anda, başının atmosferi aştığını, gidip ta ötelere ulaştığını duyar gibi olur; evet insan az ruhunu dinlese, o atmosferi her zaman yakalayabilir.

Bundan sonra karşınıza Kur’ân’ın âyetlerinin de yardımıyla rengârenk tablolar çıkar ki, bu tablolar, sizin nefsinize karşı, nefsinizden münbais olabileceği gibi kâinattan doğma tablolar da olabilir.. ve siz bu tabloların her birinde ne rengârenk şeylerle karşı karşıya kalırsınız! Aslında topyekün kâinat, eşya ve insan vücudunda, insanla kâinat arasındaki münasebetlerde öyle bir armoni, öyle bir âhenk vardır ki, dahası olamaz.

İşte böyle bir manzara karşısında siz, “Buna karışan başka el olamaz, bu nizam ve âhengin arkasında sadece Allah var.!” der ve takdis makamında, iliklerinize kadar duyarak, “Süb­hanallah!” sözleriyle haykırırsınız. Tekbiri alır almaz, “Süb­hanekallâhümme ve bihamdik” diyerek, hamd ü tesbihi beraber yâd edip, “Bize onu duyurduğundan dolayı Sana hamd olsun. Seni tesbih u takdis ve ilan ederiz ki, Sen varsın, şerikin yok ve Sen münezzeh ve mukaddessin!..” dersiniz.

Bunlar gönlün sesi ve solukları olarak çevrede tınladıkça insan kendini vecd ü istiğrak zemzemesi içinde sanır.

Bazen bu derin mülâhazaları, kâinatta o baş döndürücü hâdiselerin duyulması takip eder. Bu konuda bir ilim adamı şunları söyler:

“Şu güneş sisteminin başka bir güneş sistemiyle çarpışması veya güneş sisteminde bir gezegenin başka bir gezegenle vuruşması, bir denizde akıp giden bir vapurun başka bir denizde yüzen herhangi bir vapurla çarpışma ihtimali söz konusu olmadığı gibi şu koca kâinatta da öyle müthiş bir âhenk var ki, hiçbir gezegen veya gök cismi bir diğeriyle çarpışması kat’iyen bahis mevzuu değildir.”

Evet, insan kâinattaki bu muhteşem nizam ve intizam, tedbir ve tedviri gördüğünde, “Bu ne müthiş, ne büyük bir kuvvet eseridir!” demekten kendini alamaz. Arkasından bir kere daha tefekkürle derin bir soluk almak için “Allahu Ekber” der iki büklüm olur. Durumuna göre ve tilâvet ettiği âyetlere bağlı olarak, Cenâb-ı Hakk’ın gökten ve yerden indirdiği ve bitirdiği nimetleri düşünür, hamd ü senâ hisleriyle köpürür; verilen şeyleri, verileceklerin referansı sayar sevinir; duygu ve düşünceleri itibarıyla hep O’na doğru yol alıyor gibi bir ruh hâletiyle gürler ve tilâvet ettiği kelimelerle duyuş ve sezişleri arasında münasebetler kurar ve hislerini namazın münasip bir rüknünde ona uygun “kelimât-ı tayyibe” ile seslendirir ve daha da derinleşerek seyahatini devam ettirir.

Evet, namazın içinde çokça zikredilen Sübhanallah, El­ham­dülillah ve Allahu Ekber gibi mukaddes kelimeler, bir bakıma kulluğun sesi-soluğu, miraç hakikatinin farklı fasıllarının işaretleridir.

Biz, Cenâb-ı Hakk’ın karşısında kulluğumuzu icra ederken bütün müşâhede, duyuş ve hissedişlerimizi tesbih, tahmid, tekbir şeklinde dile getiririz. Vermiş olduğu maddî-mânevî, cismanî ve ruhanî bütün nimetlerine karşı “Elhamdülillah”; hiçbir şekilde şerikinin bulunmaması karşısında tesbih sadedinde “Sübhanallah”; küçüklüğümüzü teslim, O’nun büyüklüğünü ilan sadedinde “Allahu Ekber” diyerek umum rubûbiyetine karşı küllî bir ubûdiyette (kullukta) bulunmaya çalışırız.

Fatiha sûresi, Kur’ân’ın hulâsası ve özüdür. Bütün Kur’ân­da­ki hakikatleri, mücmel (özet) olarak Fatiha’da görmek mümkündür. Binaenaleyh biz orada, yerinde Cenâb-ı Hakk’ın azametini görüp dehşete kapılarak “Büyüksün Allahım!” mânâsına “Allahu Ekber!” deriz; yerinde Cennet’in nimetleri içinde yüzüyor gibi olur ve o nimetlere bizi ulaştıracak vesileler içinde bulunduğumuzu hisseder, Allah’ın lütfuyla bir mânevî merdivende yükseltildiğimizi görerek –aynı şeyler oruç, zekât, hac gibi hususlarda da söz konusudur– “Elhamdülillah” deriz. Yerinde, “Bütün bunları, kâinat ve dünya-ukbâ münasebetini hazırlayan Allah’tır.” diyerek, yâd ederiz ki, câmi bir icmalle bunların hepsi Fâtiha’da mündemiçtir.

Tahiyyata gelince, o daha net olarak bize miracı hatırlatır. Miraç, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’a olan kulluğu ve tabir-i diğerle kendisinden istenen kulluğu çok geride bırakıp evc-i kemale çıkmasının ifadesidir. Evet, Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kulluk adına bir kapı aralamış ve geçiş adabına uygun oradan geçmesini istemiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç kimseye müyesser olmayacak şekilde “İki yay arası kadar, hatta daha da yakın…” (Necm sûresi, 53/9) ile işaret edilen bir derinlik ve mükemmeliyet içinde o kapıdan geçmiştir.

İşte miraç, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğinin semeresi değildir; o, O’nun kulluğunun neticesidir. Miraç, en zor şartlar altında dahi kulluğundan fedakârlıkta bulunmayan Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanların kendisine bütün bütün sırtlarını döndüğü, sebeplerin bir bir sukut ettiği bir dönemde sırr-ı vahidiyet içinde nur-u ehadiyetin tecellî etmesinden ibarettir.

Kureyş’in, “Bunlara kız alıp vermeyeceksiniz.. çarşıda, pazarda bir şey satmayacaksınız. Her türlü ilişkinizi keseceksiniz.. ta bütün Hâşim oymağı Şi’b-i Ebî Talib’de mahvoluncaya dek…” dedikleri bir uğursuz dönemde, yani zâhiren hiçbir esbabın görünmediği anda Allah Teâlâ, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kalbini taltif etmek ve kırılan onurunu tamir etmek için O’nu özel katına yükseltmişti.

Bu dönem aynı zamanda, onca olumsuzlukların yanında Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki büyük musibete maruz kaldığı dönemdi. Bunlardan biri Ebû Talib’in vefatı, diğeri biricik zevcesi Haticetü’l-Kübrâ’yı kaybetmesiydi. Cenâb-ı Hak, O’nun bu yaralarının tedavisi için, “Herkese ve her şeye rağmen, bütün dünyalara bedel Ben varım!” diyerek Efendimiz’i miraçla taçlandırmış ve tesliyede bulunmuştur.

O’nun bütün namazları, niyazları, oruçları ve çileleri; namazın, niyazın, orucun mânâsını halka anlatmaları, anlatıp bütün bunları birer merdiven yapmaları, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraca yükselmesine vesile olmuştu. Böyle bir şeref, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka ikinci bir peygambere nasip olmamıştır. Her nebi kendi ruhunda, belki perispirisi ile Allah’ın huzuruna çıkmış, kurb-u huzura müşerref olarak iltifat görmüştür ama, bütün gökleri ve Cennetleri bilemediğimiz keyfiyetleriyle temâşâ ikramı sadece Allah Resûlü’ne müyesser olmuştur.

İşte bizler de böyle kadri yüce, civanmert bir Nebi’nin arkasında bulunmanın mazhariyetiyle, namaz sayesinde o miracı duymaya çalışıyoruz.

Buraya kadar anlatılanlar, ne namazın mücmel bir hulâsası, ne de onun çekirdeği olan “Sübhanallah”, “Elhamdülillah” ve “Allahu Ekber”i kamet-i kıymetlerine göre anlatmaktır. “Herkes kendi seciye ve ka­rakterine göre davranır.” (İsrâ sûresi, 17/84) âyetinde ifade edildiği gibi herkes hâline göre iş yapar ve hâline göre konuşur. Ben de yıkık, dökük ve perişan hâlime göre, o en yüce hakikatleri anlatmaya çalıştım. Seyyiatım perde değilse, temiz gönüller, bu bulanık şeylerin arkasında, ger­çekten dupduru olan namaz hakikatini duyabilirler.

Rabbim, “Hammâdûn” ümmetinden olan bizleri, Ah­med-i Mahmud olan Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm), ha­dis­lerinin ifadesiyle orada “Livâü’l-Hamd” isimli sancağı altında toplanmak ve hamd etmek; burada “Hamdolsun bizi bu Cennet’e eriştiren Allah’a! Eğer Allah bizi muvaffak kılmasaydı kendiliğimizden biz buna yol bulamazdık.”(A’râf sûresi, 7/43) âyetini okuyarak, ahirette de, Livâü’l-Hamd altında toplandığımız zaman, “Rabbimizden beklenen buydu. Sultanımıza yakışan da budur!” demek lütfuyla bizleri lütuflandırsın. Dünya ve ukbâda bizi maiyyet-i ilâhiye ile serfiraz eylesin!..

BENZER KONULAR:

Miraç Kandili

Miraç Kandili’nde nasıl dua edilir?

Hocaefendi: Ümmetin miracı nasıl olur? (Kalbin Solukları)

Miraç Kandili gecesinde nasıl ibadet edilmeli?

322. Nağme: Miraç, Hüzün Anahtarı ve Mübarek Gecede Dua

Miraç Kandili nedir? Miraç Kandili’nde ne oldu?

PRİZMA – Efendimiz’in (sav) miracını Kâbe’ye bakan yönüyle izah eder misiniz?

PRİZMA “Miraç, harikalar kuşağında, böyle peygamberâne bir seyahatin unvanıdır”

Posted in Gün ve Geceler, Prizma | Etiketler: , | Leave a Comment »

PRİZMA “Miraç, harikalar kuşağında, böyle peygamberâne bir seyahatin unvanıdır”

Posted by tunagor 05/06/2013

Peygamberlerin mucizeleri ile bu mucizelerin, ilmin varacağı en son noktayı yakalaması arasındaki bağlantıyı nasıl anlamalıyız?

Bediüzzaman Hazretleri, Sözler isimli eserinde (20. Söz’ün İkinci Makamı) bu meseleyi arîz-amîk izah eder. Üstad orada, beşerin sanat ve fen ilimlerinde yükselmesinin semeresi olarak uçak, elektrik, tren ve telgraf gibi icatların vücuda geldiğini ve bunların insan hayatında önemli bir yer tuttuğunu ifade eder. Ayrıca o, bütün nev’-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Kerim’in bu yeniliklere, bir, peygamberlerin mucizeleri, iki, tarihî hâdiseleri zikretmek suretiyle iki şekilde işaret ettiğini dile getirir. Üstad burada tarihî hâdiselere, tren ve elektriğe işaret eden âyetleri örnek vererek bu konularda pek çok kişinin fikir yürütmesi, bunların çok ciddî dikkat ve izaha gerek duyulması ve çok olmaları sebebiyle bu kadarlık bir bilgiyle iktifa ettiğini söyler geçer.

Üstad “işaret” derken de kelimeleri, tabirleri ve lafızları gayet dikkatli bir şekilde seçer ve görüşünü serdederken, “Allah, mübarek kelâmında ‘delâlet bi’l-mutabaka’ ile bunu ifade ediyor.” demez. Esasen Kur’ân’ın işareti öyle engindir ki, bir insan temel itibarıyla dinin ruhuna ve Peygamber’in öğretisine muhalif olmadıktan sonra bu hususta da pek çok şey söyleyebilir.

Mucize, Allah’ın yaratmasıyla peygamberin elinden sâdır olup, peygamberin peygamberlik davasını ispata matuf harikulâde hâl ve keyfiyettir.. ve her peygamberin mucizesi, insanların ilim ve irfan dünyasına yeni ufuklar açan birer işarettir. Peygamberler hem maddî hem de mânevî terakkide insanların rehberleri konumundadırlar ve insanlar onların arkalarından giderek bir yerlere varabileceklerdir. Meselâ bir tasavvuf ehli, “seyr ilallah”, “seyr fillah”, “seyr maallah” ve “seyr anillah” deyip bir yolculuğa çıkmakta ve bunu yaparken de kendisine peygamberi rehber edinmektedir. Miraç, harikalar kuşağında, böyle peygamberâne bir seyahatin unvanıdır. Meselâ Seyyid Şerif Cürcânî, Sadettin Teftâzânî, Şirâzî, İsferâyînî, İmam Maturîdî ve Ebû’l-Hasen el-Eş’arî gibi kimseler, kelâm yoluyla Cenâb-ı Hakk’ın zâtî sıfatları ve esmâ-i kudsiyesi yolunda seyahat yapmışlardır. Yine meşhur İslâm filozoflarından İbn Sina “Allah’tan başka her şey mümkinü’l-vücud dur, Allah ise vacibü’l-vücuddur.” diyerek belli yollarla vacibü’l-vücud gerçeğine ulaşmıştır. Hatta biz, bugün bu ifadeyi o kadar benimsemişizdir ki, “vacibü’l-vücud” ifadesini Cenâb-ı Hak’tan gelmiş bir ad ve unvan gibi kullanırız. Esasen bu tabir, İbn Sina’nın icadıdır.

Tefsir ilmine girerken Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sözleri, esbab-ı nüzul, hatta belli bir ölçüde O’nun ruhaniyetine sığınma meselesi söz konusu olmadan, âyetlerin enginliklerine inmek mümkün değildir. Evet, her hususta olduğu gibi tefsirde de rehber O’dur. Tefsirde olduğu gibi Sünnet’te ve fıkıhta da rehber O’dur ve her şey gidip O’na dayanmaktadır. Efendimiz ve diğer peygamberler (aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâm) insanlara mânevî terakkide olduğu gibi maddî terakkide de birer rehber ve mürşittirler. Yalnız, nasıl ki, Efendimiz’in mânevî terakki yolunda ortaya koyduğu donelerin üzerinde durulmaya ve tahlil edilip yorumlanmaya ihtiyaç var, öyle de maddî terakki yolunda da yine O’nun söylediği hususların üzerinde durulmaya ihtiyaçyaç vardır. Çünkü hadis-i şeriflerde her şey açık ve net olarak söylenmemiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’deki fen ve değişik keşiflere delâlet eden âyetlere bakıldığında da bazı hakikatler açık seçik ortaya çıkmakta ve “Bu âyet-i kerime bu hakikati ifade etmektedir.” diyeceğimiz yerler olduğu gibi, idrak ufkumuzu aşan hususların bulunduğu yerler de vardır.

Burada örnek olarak Hz. Nuh’un gemisini verebiliriz. Âyet-i kerimede Allah, Hz. Nuh’a: وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا “Bizim gözetimimiz altında ve vahyimiz doğrultusunda, gemiyi yap.”[1] diyerek Hz. Nuh’a gemi yapma hendese ve matematiğini öğretmiştir. Allah’ın Hz. Nuh’a yaptırdığı gemi, bugünün teknolojisinin çok üzerinde, tufanın getirdiği dev dalgalar içinde batmayacak ve ona dayanabilecek kapasitede bir gemidir. -Çok gelişmiş teknoloji ile inşa edilen “Titanic”in daha küçük bir handikap karşısında paramparça olduğu düşünülünce bu çok büyük bir hâdise ve mucize sayılır.- O öyle bir gemidir ki, yeryüzü sularla dolup taştığında bile, hacıyatmaz gibi ne yan gelip sarsılmış ne de devrilmiştir. Çünkü bu gemiyi Allah, وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا “Gemiyi Bizim gözlerimizin önünde yap. Biz sana nezaret edecek, plan-projede seni yalnız bırakmayacağız.” demiştir ki; âyet-i kerimedeki “عْيُنِنَ” kelimesi bu hakikati ifade etmektedir. Evet, Hz. Nuh’un gemisinde belki mübtediyâne fakat müntehiyâne bir teknoloji uygulanmıştır. İşte bu âyet-i kerimede Allah insanlara seviyeli bir ufuk göstermektedir. Yani öyle bir gemi icat edin ki, dünyayı bütünüyle su alsa, bu müthiş tufanda dev dalgalar ve girdaplar birbirini takip etse bu gemi batmamalı ve emniyet içinde yoluna devam etmelidir.

Hem meselâ, Hz. İbrahim’in ateşte yanmaması, bugün için amyant maddesi üstü bir şeyle izah edilebilir; ne var ki, işaretlenen nokta bundan çok ötededir; kim bilir belki bir gün gelecek, insanda bir enerji yoğunlaşması olacak ve insanın ruh gücünü maddenin önüne geçirecek ve netice itibarıyla insan amyantla değil, doğrudan doğruya çıplak ayakları ile ateşin içine girip yanmayacaktır. Esasen bu güç, âdiyat çerçevesinde olmasa da potansiyel olarak insanın mahiyetinde mevcuttur.

Bunun gibi “Onun sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık mesafe idi.”[2] âyet-i kerimesi de, insanın çok süratli ve birkaç saat içinde dünyayı devredecek vasıtalar yapmasına bir teşvik mahiyetindedir. Nitekim Hz. Süleyman, âyetin ifadesiyle sabah bir aylık, akşam da bir aylık mesafeleri katedebiliyordu. İşte Allah bununla bizlere: “Siz de çalışın ve Hz. Süleyman gibi çok uzun mesafeleri çok kısa bir zaman diliminde katedin.” demektedir. Sabah bir aylık, akşam da bir aylık mesafe gitme işini, Hz. Süleyman gibi bir insan yapmıştır. Bu mucize olarak bir sınırdır. Mucize, Allah’ın yaratmasıyla peygamberin elinden sâdır olup peygamberin peygamberlik davasını ispata matuf harikulâde bir hâl ve keyfiyet olduğunu bir kere daha hatırlatalım…

Bu tür ilme ve fenne teşvik edici mucizeler, âdeta birer sınır taşları mesabesindedir. Yani Hz. İsa’nın yaptığı gibi bir ölüyü diriltmek, anadan doğma kör birisinin gözlerini açmak kesinlikle mümkün değildir. Ancak bu sınıra kadar insanlar, teknik ve teknoloji sayesinde ulaşabilirler. Meselâ ilerleyen teknoloji sayesinde, doğduğunda gözleri gören ve daha sonra bir vesileyle kör olan birisi göz damarlarındaki tıkanmalar giderilerek görür hâle getirilebilir veya başka birisinin gören gözü çıkarılıp sonradan kör olan birisinin göz yuvasına takılıp kılcal damarları ve sinirler tam uç uca getirilerek görmesi sağlanabilir. Ancak anadan doğma kör olan ve beyinde görme merkezleri olmayan birisi için herhangi bir şey yapmak mümkün değildir. O, olursa Allah’ın (celle celâluhu) fevkalâde inayetiyle olur.

Evet, yukarıda da ifade edildiği gibi bu tür âyetlerde iki hakikat var; bunlardan biri, peygamberlerin Allah’ın izniyle göstermiş oldukları bu olağanüstü şeyler ki, bunlar birer mucizedirler ve son sınır sayılırlar. İnsanların bu sınıra ulaşmaları mümkün değildir. Diğeri ise, burada insanlar için bir teşvik mevzubahistir. Yani insanlara bir ufuk gösterilerek âdeta “Yolunuz buraya kadar.” denilmektedir. Günümüzde birilerinin yaptığı gibi mucizeleri fizik kanunları ile izaha yeltenmek veya bir kısım materyalistlerin zannettikleri gibi “Bir gün gelecek, ölüme de, yaşlılığa da çare bulunacak, beyinde görme merkezi olmasa bile beyine merkezler yerleştirilerek gören gözler meydana getirilecek.” türünden ifadeler, birer kuru iddiadan ibarettir. Doğrusunu Allah (celle celâluhu) bilir.

[1] Hûd sûresi, 11/37; Mü’minûn sûresi, 23/27
[2] Sebe sûresi, 34/12

BENZER KONULAR:

Miraç Kandili

Miraç Kandili’nde nasıl dua edilir?

Hocaefendi: Ümmetin miracı nasıl olur? (Kalbin Solukları)

Miraç Kandili gecesinde nasıl ibadet edilmeli?

322. Nağme: Miraç, Hüzün Anahtarı ve Mübarek Gecede Dua

Miraç Kandili nedir? Miraç Kandili’nde ne oldu?

PRİZMA – Efendimiz’in (sav) miracını Kâbe’ye bakan yönüyle izah eder misiniz?

Posted in Gün ve Geceler, Prizma | Etiketler: , | Leave a Comment »